“Yıldızlara ulaşmayı başardık, ama kendimize ulaşmayı hâlâ başaramadık.” – Solaris
Bir Erkan Salur İncelemesi:
Stanisław Lem’in Solaris adlı eseri, bilimkurgunun sınırlarını felsefeyle zorlayan bir başyapıttır. İlk bakışta, uzak bir gezegende görev yapan bilim insanlarının karşılaştığı olağanüstü bir olay gibi görünse de, kitap aslında bir epistemolojik krizin romanıdır: İnsan, kendi dışındaki bir zeka ile gerçekten iletişim kurabilir mi? Yoksa her temasta kendini mi görür?
Solaris Okyanusu: Kant’ın Noumenon’u mu, Levinas’ın Öteki’si mi?
Solaris gezegeninin yüzeyini kaplayan bilinçli okyanus, ne dosttur ne de düşman; ne anlaşılabilir ne de tamamen bilinemez. Bu anlamda Lem, Immanuel Kant’ın noumenon (kendinde şey) kavramını anımsatır: İnsanın bilgi araçlarıyla kuşatamayacağı, ama sezebileceği bir varlık. Solaris, bilimsel ölçümlemelere direnen, her gözleme kendine özgü bir karşılıkla cevap veren bir varlıktır. Tüm bilimsel çabalar başarısız olur, çünkü araştırmacılar kendi anlayış biçimlerini, insan merkezli kategorilerini, bilinçli bir şekilde bu varlığa dayatırlar.
Öte yandan, Solaris okyanusu, Emmanuel Levinas’ın Öteki kavramına da yaklaşır. Ona göre “öteki”, insanın kavrayışına direnmelidir, çünkü ancak bu direnç sayesinde etik bir ilişki kurulabilir. Solaris’in yarattığı varlıklar –Kelvin’in karşısına çıkan ölü sevgilisi gibi– bir tür etik rahatsızlık yaratır. Onlar hakkında ne yapılacağı bilinmez, çünkü onlar ne tam olarak insan ne de tamamen yabancıdır. Onlar, insanın kendi iç karanlığıyla yüzleşmesine sebep olan “yansımalar”dır.
Freud’un Tekinsiz’i, Nietzsche’nin Sonsuz Dönüşü
Solaris’in sunduğu “ziyaretçiler”, bilinçaltının bir projeksiyonudur. Sigmund Freud’un tekinsiz (unheimlich) kavramı burada neredeyse somutlaşır: Bilinçli olarak unutulmuş, bastırılmış olanın geri dönüşü. Bu varlıklar, hem tanıdıktır hem tamamen yabancı. Özlemlerin maddileşmiş hâli olarak değil, bastırılmış suçların hayaletleri olarak beliren bu “gölge varlıklar”, okuyucuyu psikolojik ve ontolojik bir krizle baş başa bırakır.
Aynı zamanda Solaris, Nietzsche’nin sonsuz dönüş düşüncesine benzer bir kaderi de ima eder: İnsan, kendisinden ve geçmişinden kurtulamaz. Ne kadar uzak bir yıldız sistemine giderse gitsin, beraberinde taşıdığı “benlik” onu her zaman takip eder.
Temasın İmkânsızlığı: Heideggerci Bir Varoluş Krizi
Romanın merkezindeki mesele, uzaylı bir zekayla temas kurmak değil, bu temasın her zaman bir aynaya çarpmasıdır. Solaris, insanın evreni anlamlandırma çabasının kibirli bir yansımasıdır. Martin Heidegger’in “Varlık unutulmuştur” eleştirisini andırır biçimde, insan burada “şeyleri” anlamaya çalışırken, varlığın kendisiyle ilişki kuramaz. Çünkü her anlam çabası, insani dilden, kavramdan ve hafızadan geçmek zorundadır.
Sonuç: İnsan Kendisiyle Konuşur, Kendi Cehenneminde
Solaris, klasik bilimkurgudan farklı olarak, uzayı fetheden insanı değil, kendi bilinçaltında boğulan insanı resmeder. Lem’in belirsiz ve tanımlanamayan varlığı, tam da insanın en büyük sınırına işaret eder: Kendini bile tam olarak anlayamayan bir varlığın, ötekini anlama çabası.
Bu romanı okurken Lem’in amacı; heyecanlı bir macera anlatmak değil, okuru kendi epistemolojik sınırlarıyla yüzleştirmektir. Solaris’in okyanusu, hem bir zihin aynası hem de insanın anlamı bulma arzusu karşısında duyduğu metafizik yalnızlığın ta kendisidir.
Bir yanıt yazın