Franz Kafka’nın Bir Köy Hekimi öyküsü, insanın çaresizliği ve kaderin ağırlığı üzerine en sarsıcı metinlerden biridir. Kış gecesi köye çağrılan hekim, mucizevi şekilde beliren iki at sayesinde hastanın evine ışık hızında ulaşır. Fakat köylüler ona güvenmez, hastayı iyileştiremez, yardımcısı Rosa’yı seyisin elinden kurtaramaz. En sonunda soyulur, yaralı hastanın yanına yatırılır ve mesleki otoritesinden, insani onurundan tamamen arındırılır. Dönüş yolculuğunda ise asla evine dönemeyeceğini hisseder: kader onu sonsuz bir görev, utanç ve mahkûmiyet döngüsüne mahkûm etmiştir.
Kafka’nın hekimi, aslında “kendi kendini iyileştiremeyen” bir doktordur. Başkasına şifa vermesi gerekirken, en çok kendisi hastadır. Onun trajedisi, kaderini kabullenememesi ama yine de ondan kaçamamasıdır. Burada Nietzsche’nin Amor Fati (kaderini sev) çağrısı akla gelir. Nietzsche’ye göre insan, yaşadığı her şeyi –acı ve utancı bile– kendi yaşamının ayrılmaz parçası olarak onaylamalıdır. Kafka’nın hekimi ise kaderini sevmek bir yana, onun altında ezilir. Amor Fati’nin “olumlayıcı” tonunun tam tersi bir durum yaşar.
Bu noktada Zeki Demirkubuz’un Kader filmindeki Bekir’i düşünmek anlamlıdır. Bekir, aslında Kafka’nın doktoruna çok benzer: o da kendini iyileştirmeye çalışan bir “hasta-hekim”dir. Onun tedavisi, Uğur’un peşinden gitmektir. Ama bu tedavi, Uğur’u elde etmek değil; çile çekmek, acı çekmek, onun uğruna yaşamakla gerçekleşir. Bekir’in kaderi, arzunun bitmeyen döngüsünde sürüklenmektir. Bu haliyle Schopenhauer’in “tatmin edilen arzunun hemen yeni bir arzuyu doğurması” döngüsüne çok yakındır. Bekir, Amor Fati’yi gerçekleştiremez; çünkü kaderini sevmez. Ama en azından kendi çilesini sahiplenir, onu yaşar.

Burada Albert Camus devreye girer. Camus’nün “saçma” kavramı, insanın anlam arayışıyla dünyanın sessizliği arasındaki çatışmadan doğar. İnsan bir dayanak ister, dünya ise susar. Bu durumda üç yol vardır: intihar, felsefi intihar (aşkın bir şeye sığınma) ve başkaldırı. Camus, üçüncüsünü önerir: saçmayı bilerek yaşamaya devam etmek, Sisifos’un kayayı seve seve taşımak zorunda olması gibi. Bekir’in intiharı, Camus’nün gözünde “saçmaya yanlış cevap”tır. Yaşamı onaylayarak sürdürmek yerine, yokluğu seçmiştir. Kafka’nın doktoru da intihar etmez ama başkaldırmaz; o da kaderin altında sürüklenir.
Ama yine de Bekir’in hayatı anlamlıdır. Çünkü inandığı bir şey vardır: Uğur. Filmdeki son sahnede, onunla ot içip konuşmaları, Bekir’in yaşamını bir anlığına bile olsa gerçek kılar. İşte burada devreye Türk edebiyatı girer. Çünkü “herkesin hayatta bir şeye tutunduğu” fikri, yalnızca Bekir’in değil, bizim edebiyatımızın da temel damarlarından biridir.
Sait Faik, bir hikâyesinde “herkesin bir tutunduğu dal vardır” der. Yusuf Atılgan ise Aylak Adam’da daha keskin bir gözlem yapar: “Kimi işine, kimi çocuklarına, kimi öküzlerine tutunur.” İnsanların hayatlarını sürdürmek için buldukları dayanakları böyle sıralar. Oğuz Atay ise tam da buradan yola çıkarak sorar: Ya tutunamayanlar ne olacak? Tutunamayanlar romanı, işte bu sorunun cevabıdır. Selim Işık, hiçbir şeye tutunamaz; onun trajedisi buradadır.
Böylece üç ayrı damar birleşir:
-
Kafka’nın hekimi: Hiçbir şeye tutunamayan, kaderin altında ezilen.
-
Bekir: Acıya da olsa tutunan, kendi yarasıyla yaşayan.
-
Atay’ın Selim’i: Tutunacak hiçbir şey bulamayan, intihara sürüklenen.
İnsanın hayatı, aslında bir “tutunma” meselesidir. Kimi kaderini sever, kimi çilesine tutunur, kimi ise hiçbir dal bulamayarak savrulur. Kafka, Nietzsche, Camus ve Türk edebiyatının bu damarları birleştiğinde karşımıza çıkan ortak gerçek şudur: Yaşamak, bir yaraya, bir kadere, bir arzuya, bir dala tutunmaktır. Ve belki de en anlamlı hayat, bu tutunmanın çilesini bile yaşayabilmiş olandır.
Erkan Salur
20.09.2025



Bir yanıt yazın